26 Mart 2014 Çarşamba

Uyumayan Çocuklar İçin Bir Yaşantı: Hayalet Oğuz

Şimdi size birini anlatacağım. Öyle biri ki, hayatı boyunca “hiçbir şey” olmak için itina göstermiş ve imtina etmiş hep “bir şeyler” olmaktan. Gülmeyin, o kadar zordur ki, beklenti ağlarının tren raylarını yamadığı evrende hiçbir şey olmak.

Dünya mı dedim, özür dilerim. Pera diyecektim. Pera’nın içine saklanmış o zamanlar koskoca dünya. Önceki gün bıraktığınız bir düşe uyanırmışsınız çoğu zaman. Gördüğünüz binalar, meyhaneler, kitapçılar, iskemleler... dekor gibiymiş mavi kadifeden bir tiyatro salonunda. Ama bazı insanlar gerçekmiş, kas, kemik, ruh ve muhabbet halinde. Onların acısı ve mizahı ne kadar çoksa, ceplerinde parası o kadar azmış. Bunu elbette kendileri sandığınız kadar umursamazlarmış.

Size birini anlatacağım. Kim tanıdıysa onu, mayhoş bir tebessüm geçermiş gözlerinden. Anılara başlarlarsa eğer; imkanı yok, susamazlarmış.
Bu geçmişsiz, yarınsız ve mülksüz adam, bir sanat eseri olarak, geriye tüm yaşamını bırakmış.

Eğer gül gibi gençliğinizi Pera’nın eski sokaklarında ve bilakis 1950’lerin sonunda geçirseydiniz, bu adam muhtemelen sizin de arkadaşınız olabilirmiş. Onunla sohbet eder, rakı içer, kahkaha atar, iddiaya girer, küser, seyahat edermişsiniz.
Lakin olmamış, ne yazık.

Kahramanımızın arnavut kaldırımı hayatına sinerken Tezer Özlü’nün onun için yazdıklarından ve baskısını bulamayıp e-kitap halinde edindiğim Sezer Duru’nun “O Pera’daki Hayalet” kitabından aşırmalar yaptım. Buyrunuz:

Adı: Hayalet Oğuz
Nev’i şahsına münhasır bu adamın fani hayatta sahip olduğu tek bir eşyası dahi olmamış. Çekyatı bile yokmuş sizin anlayacağınız. İki gömleğinden biri bazen kuru temizlemecide durur, bazen durmaz, kirlenenince eğer parası varsa yenisini alırmış.

Yokmuş evet kahve içerken “en çok bunu seviyorum” deyip, kırmaktan korktuğu bir fincanı. Tüm kahveler ve çaylar, Hayalet Oğuz’a aynı mesafeden bakıyormuş. Faturalarını ödediği yahut ödemediği bir evi olmamış, ev sahibine verilmek üzere kira parası da bırakmamış köşedeki fırına.

Çoğunlukla arkadaşlarının evlerinde, nadiren otelde kalırmış. Uzun bir süre Demir Özlü ve Tezer Özlü’nün yaşadığı Çinili Han’daki evde de kalmış. Moda’ya gittiğinde ise, ömrünün sonuna kadar yanında olan, Yeşilçam’a yazdığı yüzlerce senaryonun tanığı Ertem Eğilmez’in evine misafir olurmuş.

Beyoğlu’na adım atar atmaz, onun muzip gülüşüyle karşılaşmanız olasıymış.
Leylâ Erbil’e göre, “Hayatı, hayatını, yaptıramadığı çürük dişlerini, göremediği ve göremeyecek olduğu ailesini, değiştiremediği ve değiştiremeyeceğini bildiği düzeni protesto eden bir gülüş.”

Sokakta gördüğü kimselere ince zekasından bir espriyle selam verirmiş. Eğer sevdiği bir arkadaşıysanız sizi hemen incecik koluna takar bir meyhaneye çekermiş. Çok anlatırmış ama yaşamından fazla bahsetmezmiş. Bir de fazla meraklıymış Hayalet. Karşısında kim varsa hikayelerini ve hayatını sorar, öğrendiklerini de kolay kolay unutmazmış. Boğazdaki lokaller dahil, geceleri kimin nerede olduğunu bilirmiş.

Maaşlı bir işi yokmuş, onun iş anlayışı yevmiyelerden yana imiş. Ayın 1’i ne ise 20’si de aynıymış. Koltuğunun altına aldığı İngilizce-Türkçe sözlükle sokaklarda, kahvehanelerde, dost meclislerinde, tanıdık evlerinde... kitap çevirileri yaparmış Oğuz. “Ayaklı kütüphane” tabirinin tam karşılığıymış yani. Kimi zaman sözlüğü yastık da olurmuş yeni güne varmaya. O zamanın parasıyla, günlüğü 3 liradan çevirdiği bu kitaplar bazen polisiye, bazen kurmaca roman bazen de şiir halinde süzülürmüş. Hayalet Oğuz, kitapları çevirmekten ziyade “Türkiye’deki okuyucunun seveceği hale” getirmeye özen gösterirmiş.

Kimi zaman ise çevirilere aklına geldiği gibi devam edermiş. Oğuz'un Bülent Oran ile buna dair bir anısı şöyle:
“Bir gün Sefiller’i çeviriyordu. İşi çıktığı için Bülent Oran’a “Şuna devam et bir iki sayfa yaz…” dedi.
Bülent Oran itiraz etti: “Ben dil bilmem. Nasıl olacak bu?” Oğuz ısrar etti: “Ne olacak canım. Sen Sefiller’in öyküsünü bilmiyor musun? Bak şurada kalmışım, oradan sürdür biraz. Yaz bir şeyler.” Bülent Oran söyleneni yaptı. Oğuz pek beğendi yazıyı. “Çok güzel edebiyat yapmışsın. Aferin. Hadi şurdan bir kadeh içki ısmarla! dedi. Bülent Oran şaşırdı: “Yahu hem yazı yazdırıyorsun hem de üstüne içki ısmarlatıyorsun. Olur mu bu? deyince Oğuz’un yanıtı hazırdı: “Seni Sefiller’in yazarı yaptık, daha ne istiyorsun?”


Türkçe’ye yüze yakın kitap kazandırmışsa da adını asla çevirmen, yazar, ozan, bunları yaptı, şunları da yapmayı düşünüyor... diye yazdırmamış. Çevirilerin altında ise bazen Oğuz Haluk, bazen Oğuz Alplaçin yazarmış.
Bazı şiirleri ise bizzat kendisi yazmış. ‘Les Abezan’ adıyla yazdığı duyulmuş çevrelerde. Önce toplumsal sorunlara ağırlık verirken sonra ikinci yeni çizgisine yönelmiş.

“Çinili Hanın kapısı
Eski zaman yapısı
Çinili Hanın sahibi
Şişman herifin biri
Çinili Hanın içinde
Olanlardan size ne?”

Demiş mesela.
Mal, mülk, para karşıtı bu anti-kahraman, iyi yemekler yemekten, özentisiz görüntüsüne rağmen zevkli giyinmekten ve bohem bir yaşam sürmekten hep hoşlanırmış. Kadınlara pek nazik davranır, cebinde kalan son birkaç lirayla, kalacağı evin hanımına çiçek alıp götürmeyi ihmal etmez; özellikle mavi karanfil, siyah gül almayı severmiş.

Parasız zamanlarında hesabını paylaşan arkadaşlarına karşı Babıali’den ücret aldığı vakitler ise oldukça cömert davranırmış Hayalet Oğuz.

Tanıdık çevresi çok genişmiş. Ferit Edgü, Hilmi Yavuz, Tezer Özlü, Turhan Selçuk, Leyla Erbil, Ertem Eğilmez, Can Yücel, Edip Cansever ve dönemin daha nice sanatçı ve entelektüeli yamacındaymış Hayalet'in. Gerçeküstücüler ve varoluşçular için ise bir modelmiş adeta. “tutunamayan” değil, “bilerek tutunmayan”mış.

Dedim ya, incecik bir adammış. Hilmi Yavuz’un tabiriyle “taşıdığı sözlükten daha ince”
“Hayalet” mahlası onun için mi, yoksa yaşamı var olduğuna dair bir kanıt bırakmadan arşınlamasından mı, kimse bilememiş.

12 Haziran 1971’de, hiçbir şeyin yıldönümü olmayan bir sıkıyönetim gününde, karşısında oturan Demir Özlü, “Bezginlik verici, anlamsız bir gün. Bir şeyin yıldönümü de değil. Bugün senin olsun Oğuz. Hadi şerefe!” demiş. Masada bulunan Ayşe Nur Kocatopçu’nun da onayı ile 12 Haziran, Oğuz’un günü seçilmiş.

Hayalet bir gün Metin Eloğlu sergisini gezerken resimlerden birini çok beğenmiş ve cebinde ufak tefek ne varsa kapora mahiyetinde ortaya dökmüş, rica minnet tablonun altına ismini yazdırarak kendisi için ayırtmış. Ancak günler, haftalar geçmiş ne Hayalet varmış piyasada, ne de paranın kalan kısmı. Altına isim yazıldığı için tabloyu başka birine de satamamışlar. Buna fena halde bozulan Eloğlu Hayalet'i gördüğü bir gün yakasına yapışarak "Ayırttığın resmi alsana ulan!" diyerek çıkışmış. Oğuz ise o çelebi haliyle gayet sakin, “Alacağım tabi, alacağım... Hele onu asacak bir duvar bulayım” demiş. Demirtaş Ceyhun, kendisine sorulunca "Hayalet?" diye, işte bu anıyı anımsayıp anlatmış.

“Duvargeçen” diyorlarken Hayalet Oğuz'a; o asacak bir duvarı olmadan resimler ısmarlamayı sürdürmüş ömrü boyunca.

Akşam rakıları keyifli  olsun diye gündüz içkilerini kaldırdığı Foça’da 1974 Temmuz’unda dört gün Edip Cansever ile birlikte dostlarını ziyarettelermiş. 20 Temmuz sabahı ise çıkarma harekatı haberi gelmiş. Foça’nın Yunanistan’a yakın olması korkutmuş Hayalet Oğuz’u. Mutlaka bir hava saldırısının olacağına inanıp, “Kadere bak, ölüm demek ki burada bulacakmış beni” demiş. Bu tedirginlik eşliğinde İstanbul’a varmışlar sağ salim.

Hayalet Oğuz’u Foça’da bulmayan ölüm o vakit de güzel olana düşkünlüğü sebebiyle çok bekleyememiş.

Sigara ve içki içemediği birkaç gün boyunca önceden yakalandığı Tüberkülozun yine gelip kendisini bulduğunu sanmış. Hayalet, hastalığını ve acılarını baş tacı etmek şöyle dursun, bahsetmeye değer bile görmemiş. Arkadaşları ile Degüstasyon’da yediği akşam yemeğinden sonra ertesi günü yaşayacak olmanın heyecanı içinde uyumayı beklemiş. Çinili Han’daki evden çıkmış, son kez Tünel’e doğru yürümüş. Ada vapuruna binmiş sonra. Kendi başına, Heybeliada’daki verem hastanesine gitmiş. Öleceğine hiç kimse inanmamış.  

Dört gün sonra ‘haymatlos’ Hayalet Oğuz, akciğer kanseri nedeniyle yaşamı terk etmiş.

3 Eylül 1928’de doğmuş, 17 Eylül 1975’te ölmüş. 1.73 boyunda ve 46 kilo imiş. Tapusu Sinamatek Derneği adına çıkan mezarının üstüne arkadaşları kır çiçekleri dikmiş.  Mis kokmuş Oğuz’un toprağı.

Görevini layıkıyla yerine getiren otuz kadar dostu, Krepen Pasajı’ndaki Neşe Meyhanesi’nde oturup, şerefine yemekler yiyip rakı içmişler afiyetle.
İçinde dolaştığı nice şiirler, nice öyküler yazmışlar o gittikten sonra.

“Zaten hayalet olan
Gölge yazar Oğuz’un ölümü de
Herhalde kendinden rivayet

Oğuz’un cenazesi mi
Hayret!

Hem o hiç uyumaz ki
Belki de ilk kez oradan
Kendi kendini Türkçeye çevirecek
Yeni dikilmiş bir kalem selviyle
Ya da en eski daktilosuyla gecenin
Yıldızları tuş”

Demiş Can Yücel de.

İşte çocuklar, size
 birini anlattım sözleri evirebildiğimce. Uruguay vatandaşlığına geçmeye en çok ihtiyaç duyduğumuz şu biçare günlerde “burada bir kahraman yaşamış, ne buralara benzer ne de bu kimselere” deme sebebi olur belki.

Beyoğlu’nda usulca yürürken, kokular birbirine karışıp yılları omzunuza çökertirken hatırlar; 12 Haziran’larda kurulan çilingir sofralarında bir mavi gül selamı yollarsınız belki.

Ya da Beyazıt Kütüphanesi’ne uğradığınızda roman çevirilerine biraz dikkatli bakarsınız.
Hayalet Oğuz orada, sokakta, kahvelerde, sofraların yamacında incecik durur hala.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder